İKM-1.3. İslam Kültür ve Medeniyetinin Kaynakları

İKM-1.3. İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI
İslam Medeniyeti, İslam dinini kabul eden halkların birlikte oluşturduğu medeniyetin ortak adıdır. Bu medeniyetin gelişiminde özellikle Arapların, İranlıların, Türklerin, Hintlilerin ve Afrikalıların katkısı büyüktür.
İslam Medeniyetinin özü, tevhiddir. Tevhid, Allah’ın (c.c.) birliğine ve her şeyin mutlak yaratıcısı olduğuna inanmaktır.
Vahiy geleneğine göre İslam Medeniyetini oluşturan belli başlı ana unsurlar vardır. İnsan, Allah’ın (c.c.) hidayeti ile kendi akıl ve tecrübesiyle hayatını tanzim eder. İslam Medeniyeti, vahye ve insani faaliyetlere dayalı olarak vücuda gelmiştir. Onu sadece insani çabaların bir ürünü ya da vahyin tabii bir sonucu olarak değerlendirmek doğru değildir.
İslam Kültür ve Medeniyetinin Oluşturan Unsurlar:
3.1. Akl-ı Selim
Akl-ı selim, insanın hüküm ve kararlarında doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yetisidir. İnsanın yaratılışındaki temizliği koruyan, onu ilahî emirlere muhatap kılan ve hakikati izlemesinde ona yol
gösteren akıldır.
Allah (c.c.), akıl sayesinde insanın kendini kontrol edebileceğini bildirir. Akl-ı selimin, fıtratına yabancılaşmayan insanları koruyacağını vaat eder: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar…” Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadisinde akıllı bireyi “nefsini kontrol altına alan kimse” olarak tanımlamıştır.
İslam, sahih bilgiyi belirlemeyi ve buna uygun davranmayı teşvik eder. Doğruyu eğriden ayırabilen akl-ı selim sahibi kişi, vicdanının sesini dinler. Vicdan ise insan tabiatını iyiye sevk eden yetidir.
İnsan vicdanı sayesinde ahlaki doğruları kavrar, adalete ve fazilete yönelir. Böylece salih amellerde bulunmaya ve kötülüklerden sakınmaya muvaffak olur, çevresini de ıslaha yöneltir.
Akl-ı selim sahibi insanın özelliklerinden biri de öz güven sahibi olmasıdır. Bu insan, hayatın farklı yönleri ile dengeli ilişkiler kurmayı başarır. Diğer insanların ve kültürlerin birikimlerinden istifade etme konusunda iletişime açık olur. Peygamber efendimizin (s.a.v.) çevre ülkelerin yöneticilerine yazdığı diplomatik mektuplar, akl-ı selime önem verdiğini gösterir.
Akl-ı selim; efsaneleri, çelişkili sözleri ve iddiaları reddeder. Bu nedenle Müslümanlar, ispat ve delillere dayalı bilgiye önem vermişlerdir. Bir yandan araştırmalar sonucu ortaya çıkan yeni bilgilere bir yandan da değişime açık olmuşlardır. 15 Böylece toplumsal, siyasi ve iktisadi hayatta, ilimde ve sanatta başarı elde etmişlerdir.
YORUNLAYALIM
Kur’an’da “ulü’l-elbâb” (Haşr suresi, 2. ayet), “ulü’n-nüha” (Zümer suresi, 9. ayet) ve “ulü’l-ebsâr” (Taha suresi, 54. ayet) ifadeleriyle açıklanan ve Türkçeye “akıl sahibi” olarak çevrilen, akl-ı selim sahibi insanların ortak özellikleri belirtilir. Bu insanlar hayatlarını titizlikle sürdüren, nefislerini temiz tutan, tutkularına yenik düşmeyen, maddi ve manevi hakikatlerin kendilerindeki inkişafına açık olanlar şeklinde sıralanır. Bu bakımdan akl-ı selimin ferasetle ilgisi vardır. “Müminin ferasetinden sakınınız. Zira o, Allah’ın (c.c.) nuru ile bakar.” (Tirmizi, Tefsir, 16 ) hadis-i şerifinde ifade edilen Allah’ın (c.c.) nuruyla bakmak, Allah’ın (c.c.) müminlere bahşettiği bir imkân olarak hakla Batılı ve iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etme yeteneğidir.
Akl-ı selimin insana kazandırdığı nitelikler sizce nelerdir?
3.2. Kur’an ve Sünnet
İslam Kültür ve Medeniyetinin ana kaynakları Kur’an-ı Kerim ve sünnettir. Kur’an ve sünnet öğretisinin merkezinde ise her şeyin hâkimi olan Allah (c.c.) vardır. Kur’an-ı Kerim ve sünnetin önemi “ (Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”16 ayeti ile ifade edilmiştir.
FARK EDELİM
“Kur’an ve sünnetin ilkeleri, bilginin önemini ve işlevini yeniden şekillendirdi. Böylece ilim, insanı
Allah’a (c.c.) götüren faydalı bir araç hâline geldi. Müslümanların bu çabaları sadece şer’i ilimlerle sınırlı
kalmadı. Matematik, tıp, coğrafya, astronomi, kimya ve dil bilimleri gibi alanlarda da mevcut medeni
birikimi miras olarak aldı. Bu ilimlere yenilerini ekleyerek medeniyet mirasına yeni boyutlar kattı. İlmî
faaliyetler insanlığa, kültüre ve medeniyete hizmete, toplumun mutluluğuna yardımcı olmaya yöneltti.”
Ebu’l-Hasen Ali en-Nedvi, Dünya Kültür ve Medeniyetinde İslam’ın Etkileri, s. 80-81
Kur’an ve sünnet bize insanın varoluş nedenini, aklın önemini ve işlevini, toplumsal kuralları açıklar. İnsanın Allah (c.c.) ile kendi cinsiyle ve diğer mahlûkatla ilişkilerinin ölçülerini belirler. Aile, toplum ve devlet düzeni gibi hayatın her alanında insana rehberlik eder. Kur’an ve sünnet, ideal insan modelini tanımlar. Bu sayede Müslümanlar, ilişkilerinde ifrat ile tefrite düşmekten sakınır ve hayatı ölçülü biçimde yaşarlar.
Kur’an’daki “Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü ümid eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için Resûlullah’ta güzel bir örnek vardır.” 18 ayetiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanlar için üsve-i hasene (güzel örnek) olarak tanımlanır.
Kur’an’ın hayata tatbik edilmesi olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) fiil ve davranışları, Müslümanların nasıl bir duruşa sahip olması gerektiğini göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) başta aile fertlerimiz olmak üzere diğer insanlarla kuracağımız ilişkilerde tutum ve davranışlarımızın nasıl olması gerektiğini bize yaşantısıyla öğretmiştir.
Bu rehberlik, gündelik hayatın sorunlarının somut çözümünde yönlendirici bir işlev üstlenmiştir. Elçi göndermek suretiyle İslam’a davet etme, savaş ve antlaşma yaparak başka inanç grupları ile ilişki kurma gibi farklı konularda Müslümanlara istikamet çizmiştir. Sünnet, İslam Kültür ve Medeniyetinin müracaat kaynağı olarak önemini her dönemde korumuştur.

3.3. Beş Duyu (Havâss-ı Selîme)
Havâs, his (duyu) kelimesinin çoğuludur. Duyular, görme, işitme, tatma, koku alma ve dokunma olmak üzere beş tanedir. İslam kaynaklarında beş duyu, bilgi elde etme yollarından biri olarak kabul edilir. İnsanın alıcıları olan duyu organları, dış dünyadan sürekli veri aktarır. İnsan duyuları sayesinde maddenin niteliğini ve niceliğini öğrenir, farklılıkları ayırt eder. Deney ve gözlemler yaparak evrendeki oluşumlar, canlı ve cansız varlıklar hakkında sonuçlara ulaşır.

Duyu organları vasıtasıyla elde edilen bilgiler, İslam Kültür ve Medeniyeti’nde ilim ve sanatın oluşmasına önemli katkı sağlamıştır. Ancak İslam’a göre güvenilir bir kaynak olabilmesi için beş duyunun gerekli şartları taşıması gerekir. Duyu organlarıyla elde edilen bilgilerin, doğru olarak kabul edilebilmesi için duyu organlarının sağlam ve sağlıklı olması gerekir.
Duyu organlarının verdiği bilgiler çeşitli nedenlerle yanıltıcı olabilir. Çünkü duyu organlarının kapasiteleri sınırlıdır. Örneğin gözümüz sadece bazı ışın dalgalarını görebilir, kulağımız sadece belli aralıktaki ses frekanslarını işitebilir. Kur’an-ı Kerim’de, duyuların insanı yanıltabileceğine, bu nedenle duyularla edinilen bilginin vahyin ve aklın denetiminden geçmesi gerektiğine işaret edilir: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” Ayrıca varlıkları algılaması için verilen duyu organlarını doğru kullanmayan insanların kınanacağı belirtilir.
YORUMLAYALIM
Duyuların önemine ve sınırlı olduklarına işaret eden Kur’an ayetlerini tespit ederek bunun nedenlerini yorumlayınız.
3.4. Örf ve Âdetler
Toplumda genel kabul gören ve sürekliliği olan sosyal davranış biçimleri ile yerleşik uygulamalara örf denir. Daha çok hukuki sonuçların belirlenmesinde dikkate alınan normlardır. Âdet ise gelenek hâline gelmiş alışkanlıklar için kullanılır. Bu iki kavram birbirinin yerine de kullanılmaktadır.
Müslümanlar, hâkim oldukları coğrafyalarda farklı örf ve âdetlerle karşılaşmıştır. Bu durum, kültürler arası iletişim ve etkileşimi sağlamıştır. Diğer kültür ve medeniyetlerle etkileşimde neyin alınıp kabullenilebileceği meselesinde seçici bir tutum izlenmiştir. Bu seçimde, belirleyici kriter tabii ki Kur’an ve sünnet olmuştur. İslam’ın kuşatıcı tutumu, farklı geleneklerden insanlara İslam ile ilişki kurma yollarını açık tutmuştur.
İslam’dan önceki Arap toplumunda, diğer tüm halklarda olduğu gibi hukuki uygulamaların çoğu örf ve âdetlere göre düzenleniyordu. İslamiyet bu uygulamalardan faydalı olanların devamında sakınca görmemiştir. Nikâh ve boşanma gibi muameleleri yeniden düzenleyerek uygulamaya devam etmiştir. Nukûd denilen külçe veya meskûk denilen altın ve gümüş paraların kullanılmasında sakınca görmemiştir. Ancak içki, faiz, kumar, fal, Kâbe’yi çıplak tavaf gibi cahiliye âdetlerini yasaklamıştır.
İslam hukukunda, hakkında Kur’an ve sünnette doğrudan hüküm bulunmayan, ancak dine, akla ve toplumun faydasına ters düşmeyen örf ve âdetler uygulamada delil kabul edilir. Bu nedenle örf ve âdetlere vâkıf olmak, hâkimin önemli vasıflarından biridir. Örf, dinin uygulanmasında farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle İslam fıkhı, sahih örfü yeni hükümler vermede bir bilgi kaynağı olarak kabul etmiştir.
3.5. Diğer Kültür ve Medeniyetler
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahyin geldiği coğrafyada birbiriyle bağlantılı dört kültür ve medeniyet havzası bulunmaktaydı. İslam Kültür ve Medeniyeti, kendi varlığını özgün bir tecrübe olarak devam ettirirken mevcut medeniyet havzalarıyla etkileşimde bulunmuş ve insanlığın ortak mirasını korumuştur.
Bu medeniyet havzaları şunlardır:
● Yunan-Roma terkibi: Grekçe ve Latincenin konuşulduğu Akdeniz havzası
● Sami ve İran terkibi: Nil’den Maveraünnehir’e kadar uzanan, Mezopotamya ve İran havzası
● Hindu terkibi: Hindistan havzası
● Uzak Doğu terkibi: Çin ve ona komşu bölgeleri ve İç Asya havzası
İslam Kültür ve Medeniyetinin doğduğu bölge; Yunan-Roma, Hindu ve Uzak Doğu terkiplerinin doğrudan etki ve egemenlik alanları dışında yer almaktaydı. Sami ve İran terkibine ise komşuydu. İlerleyen zamanlarda İslam Kültür ve Medeniyeti, bu havzalarda yaşamış toplumların birikimini almış ve bu birikimi dönüştürerek devam ettirmiştir.

VIII. yüzyıldan itibaren Müslümanlar, Antik dünyanın bilim ve düşünce eserlerini İslam dünyasının ortak ilim ve kültür dili olan Arapçaya aktarmışlardır. Kültür ve medeniyet havzalarının yetenekleri, enerjileri, tecrübeleri ve birikimleri, İslam Kültür ve Medeniyetine doğru akmıştır. Böylece İslam ilim ve düşüncesine dayalı olarak gelişen yeni ve özgün medeniyet anlayışı, asırlar boyu evrensel medeniyet kervanının öncüsü olmuştur.

slam, hikmet prensibinden hareketle Müslümanları, insanlığın ortak evrensel mirasına sahip çıkmaya teşvik eder. Bu nedenle İslamın getirdiği değişim, kendinden öncekini yok etmek üzerine kurulmamıştır. Önceki birikimin Kur’an ile sünnet ışığında yeniden yorumlanması, güncellenmesi ve batıl inançlardan arındırılması şeklinde gerçekleşmiştir. İslam Medeniyeti, kültürel farklılıkları tevhid ilkesi doğrultusunda dengelemiş ve hiçbir toplumsal grubu ötekileştirmemiştir. Böylece sınırlarına kattığı bölgelerdeki toplumları çekişmelerden uzak tutabilmiştir.
Dünyada VIII-XVIII. yüzyıllar arasında etkin olan kültür ve medeniyet, İslam Kültür ve Medeniyetidir. Kısa sürede Cebel-i Tarık Boğazı’ndan Çin Seddi’ne kadar olan geniş bir sahaya yayılmıştır. Asya, Afrika ve Avrupa’daki Antik dönem medeniyet havzaları üzerinde özgün bir tecrübe olarak etkisini hissettirmiştir. Bu süreçte ilmin, ticaretin ve çeşitli sanatların geliştiği Bağdat, Kurtuba, Lahor ve İstanbul gibi önemli merkezler Müslümanların hâkimiyetine girmiştir. Müslümanlar ilim, sanat, iktisat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda eserler vermiştir.
Bu çalışmalarla oluşan birikim, sonraki dönemlerde, başka toplumları da etkileyerek İslam Kültür ve Medeniyetini cazibe merkezi hâline getirmiştir.
İslam Kültür ve Medeniyetinin zirveye ulaşması; Arap, Türk, İran, Hint, Afrika, Malay gibi farklı toplulukların katkılarıyla gerçekleşmiştir. Kısacası bu başarının temelinde, İslam’ın insanlığın farklı tecrübelerinden istifade etme anlayışı, evrensel bakış açısı ve ilme verdiği değer vardır.
KARŞILAŞTIRALIM
“Çeşitli medeniyetlerden herhangi birinin yayılma sahasına dikkatle bakıldığında içine aldığı kavimlerin çokluğuna, ırk, cins, renk ve dil değişikliklerine rağmen bazı ortak ve genel tarafların bulunduğu görülür. İşte, bu ortak taraflar o medeniyetin esasını, ruhunu ve özünü teşkil etmekle onu diğerlerinden ayırır. Mesela sıradan bir adam İstanbul’dan kalkıp Merakeş’e, Mezapotomya’ya, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a, Bakü’ye, Tahran’a, Şiraz’a, Kabil’e, Lahor’a, Kalküta’ya, Semerkand’a gitse bu beldelerin hiçbirisinde kendini yabancı hissetmez. Kendini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller, hareketler ve tavırlar arasında görür. Buralardaki insanların giyiniş tarzları, geçim şekilleri, âdetleri ve şehir düzeni benzerlik gösterir. Camileri, ibadetleri, duaları ise hemen hemen aynıdır. Bu benzeyiş yalnız görünüşle de kalmaz; hayatın iç tarafına, insanların ruh hâllerine, görüş tarzlarına ve zihniyetlerine kadar varır.”
Ziya Kazıcı, İslam Medeniyeti, Köprü Dergisi Medeniyet Özel Sayısı, (81. Sayı)
Günümüzde ülkelerarası bir seyahat düzenlense benzerlik ve farklılıklar hakkında nasıl bir gözlem
elde edilebileceğini karşılaştırınız.